31 Mart 2012 Cumartesi

İhanet

İhanet...Hayatımızın ne kadarda en içine yerleşmiş bir kelime.Teorikte anlamını kavrayamayıp belki de pratikte yapabildiğimiz en kolay olgu.Hayatımızın her alanında her davranışımızın altında azda olsa kokusu burnumuza çalınıyor.herkes biraz taşıyor aslında izlerini...İzlerine en çok taşıyanlar ise en sevdiklerimiz çünkü en kolay onlardan vazgeçiyoruz en kolay onlara affettirebildiğimiz  için kendimizi en kolay onları değişmeye gidiyoruz.
Ama bilmiyoruz ki,onlar bizden vazgeçtiğinde artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak...Kimse onların yerini tutmayacak ve biz her rüzgarda bir kez daha tökezleyeceğiz daha da acısı bri gün bir elin bizi kurtarabileceğine inanıp,boş bir avuntuyla yaşayacağız...

26 Mart 2012 Pazartesi

oysa herkes öldürür sevdiğini...



Siz hiç bir sabah uyanıp vazgeçtiğiniz tüm hayalleri geri istediniz mi? Ben istedim... Ama unutmuşum, her hayalin kapısında bir hayalet bekler. Siz hiç bir sabah uyanıp, hayallerinize uzanabilirmiş gibi hissettiniz mi? Ben hissettim. Birini öyle sevdiyseniz eğer sakın unutmayın. Sizin dokunuşunuzla bir hayaletin nasılda çabucak hayat bulduğunu... Bir gün birdaha kavuşamayacağınız birşeyi ölümüne arzularsanız eğer, hiç sahip olmadığınız birine sadece düşlerinizde sarıldıysanız defalarca, bir gün yuvanızdan çıkıp birdaha dönmediyseniz hiç oraya, sizi öldüren şeyi delicesine sevdiyseniz bir zaman, ona bir daha sarılabilmek için bilirsiniz nelerden vazgeçebileceğimizi...
Siz hiç gelmeyecek bir gideni beklediniz mi?
Ben bekledim...
Taksimin tam orta yerinde,
Gecenin herkes uyuduğu vaktinde vaktinde
Eski şarkıları dinlerken,
Öyle bir vapur gürültüsünde,
Bir sigara dumanında,
Yalan olduğunu bildiğiniz bir rüya da,
Takvimin aynı tarihi gösteren yapraklarında,
Yalanlarda,yaşananlarda...
Aslında hiç olmadığını bildiğiniz birini var ettiniz mi?
Ben bi kere ettim...
Çünkü katiline yar diye bakabilmekti aşk...
Çünkü o yaşasın diye kendinden vazgeçebilmek,
Çünkü bir yerlerde var olduğunu bilmek ve sevinmek...
Çünkü yarana tuz basmaktı aşk,cayır cayır yakacağını bile bile...
Sahi siz hiç bir daha göremeyeceğiniz bir çift gözü unutmamak için son kez derin derin baktınız mı?
Ben baktım işte ondandır son bakıştaki o gözler kaldı ...

bir acısı olacak insanın

Bir acısı olacak insanın öyle kimselere göstermediği,herkesten sakladığı bir acı.
Zaman zaman yönünü kaybettiğinde ona sığınacak.
Bir acısı olacak insanın ciğerinin yakan yüreğinin en içinde..
Acısı olacak insanın,insan olduğunu hatırlatan;
Susan,kanayan,sızlayan,incecik kanayan...
Bir acısı olacak insanın kızdığı,alay ettiği,eğlendiği,güldüğü ama alabildince benim dediği bir acı...
Bir acısı olacak insanın hatırladıkça yüreğini aklayan,
Ağladıkça yüzünü güldüren bir acı...



16 Mart 2012 Cuma

             Sevdiğiniz birini yitirince bir yanınız onunla beraber kaybolur. Terk edilmiş hayaletli bir ev gibi buruk bir yalnızlığa esir olur,eksik kalırsın.İçinde bir sır gibi, giden sevgilinin yokluğu taşırsın. Öyle bir yara ki, üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin canını yakar. Öyle bir yara ki, iyileştiğin de bile kanar...
             Bir daha gülemeyeceğini ,hafiflemeyeceğini sanırısın. Karanlıkta el yordamı ile ilerler gibi akar hayat.Önünü görmeden, yönünü gilmeden, sadece anı yaşayarak. Gönlünün kandili sönmüş , zifiri gecede kalmışınıdır. Ama işte ancak böyle durumlarda,üçüncü bir göz açılır insanda... Ve ancak o zaman anlarsın ki, bu elem sonsuza dek sürmeyecek,hazanda sonra başka mevsimler gelecek, bu çölden geçince nice vadiler ve bu ayrılığın ardından bir ebedi vuslat...
Bu yeni ve manevi gözle bakınca kaybettiğin kişiyi her yerde görmeye başlarsın. Denize düşen katrede,dolunayda,hareketlenen med-cezirde,esen her esintide ona rastlarsın.Kuma çizili remilde,güneşte parlayan kristal tanesinde,yeni doğmuş bebeğin tebessümünde ,bileğinde atan nabızda onu seyredersin...
              Her yerde, her şeyde onu görürüken nasıl derim " sevgilim gitti?"...

14 Mart 2012 Çarşamba

Beni Unutma Çiçeği

Bu çiçeğin ismini sanırım üç ay evvel duydum klasik sıradan bir Türk sinema filmi "Beni Unutma"...Film sıkıcı olsa da bu çiçeğina adını orda öğrenmiştim.Hikayesini ise yeni öğrendim.... Çok eski zamanlarda Avusturya prensesi ve sevgilisi olan şovalye biraz olsun başbaşa kalabilmek umudu ile kırlarda dolaşırlarmış. İkiside aşklarının büyüklüğünden ve sevgilerinin yüceliğinden bahsederlermiş. Şovalyenin prenses için yapmayacağı şey yokmuş. Ne isterse her isteğini bir emir kabul eder ve hemen yerine getirmek istermiş.
Yine günlerden bir gün, iki aşık kırlarda geziye çıkmışlar. Bir yandan gelecek günlerle ilgili hayaller kuruyor bir yandan da yaşadıkları dünyanın güzelliklerinden bahsediyorlarmış. Yüksekçe bir tepede oturup konuşurlarken prensesin gözüne aşağıda akıp giden Tuna nehri kıyılarındaki minik mavi kır çiçekleri gözüne ilişmiş.
__Ne kadar güzel çiçekler. diyerek şovalyeye dönmüş. Şovalye prensesi için o kır çiçeklerinden toplamak üzere hemen ayaklanmış. Tabi o zamanlar şovalyelerin ağır zırhları var ne kadar hızlı hareket etmek istese de bu zırh şovalyenin hareket kaabiliyetini engelliyor ve hızını düşürüyormuş.
Tepeden aşağıya doğru inen şovalye sevgilisi için kır çiçekleri toplayacağından dolayı çok mutluymuş. Yukardan şovalyeyi izleyen prenses ise o çok beğendiği kır çiçeklerine kavuşmayı heyecanla beklerken bir yandan da ne kadar şanslı olduğunu düşünüyormuş. Nehrin sığ bir yerini bularak kayalara basıp karşı kıyıya geçen şovalye prensese dönüp eliyle bir öpücük gönderip bir de reverans yaparak dönüp çiçekleri toplamaya başlamış. Bu çiçekler gerçekten de çok hoş görünümlü ortaları beyaz kenarları mavi olan minik minik çiçeklermiş.
Kır çiçeklerinden bir demet kadar toplayan şovalye aynı geldiği yoldan geri dönmeye başlamış. Kayaların üstünden ustalıka ve çevik hareketlerle atlayan şovalyenin birden bir kayaya gelince ayağı kaymış ve Tuna nehrinin akan sularına düşmüş. Üstündeki zırhların ağırlığından her geçen saniye dibe doğru gittiğini hisseden şovalye elindeki bir demet kır çiçeklerini hızla savurmuş ve çok sevdiği prensesine var gücü ile bağırmış;
__UNUTMA BENİ, UNUTMA BENİ, UNUTMA ÇİÇEKLERİ… diyerek dibe doğru
    

11 Mart 2012 Pazar

Anneme...

Bir gün dizlerimin kanamasından korktuğun için değil de,
Yaraların izinin hiç geçmeyeceğini bildiğin için mi böyle sarmalamak istedin beni anne...
Yaralarımı temizlerken kaç kez yaralandın sen de?
Sahi seninde yaraların var mıydı anne?
Can kırıkların hala yakar mıydı gözlerini kapadığında yüreğini...
Sen de küçük bir kız çocuğunu hala sakladın mı içinde?
O kimseye göstermediğin dünyanda kaç hayat yaşadın güzel annem sessizce...
Kaç sevda sığdırdın ömrüne?
Kaç kez kalktın düştüğün yerden?
Kaç gidene ağladın?
Anlatmak istediğin annem düşünce kalkıldığı ama ayağının hep sendelediği miydi  yoksa?
Ne yaşamak istedin sana da mı sormadılar?
Sen de karalamak istedin mi senin için yazılan defteri?
O Güçlü görünen yanın altında nasıl bir kalp sakladın anne?
Hangimizi hangi odasına koydun o kalbin?
Bize yetmeye çalışırken sen de kendini unuttun mu anne?
En çok kızdığında bile almak istediğin koku yine bizim kokumuzmuydu anne?
Anlat anne,anlatmadıklarını anlat...
Yum gözlerini ne zaman anne olmak istediğini anlat...
Ne zaman yorulduğunu?
Ne zaman artık yorulmaman gerektiğini anladığını anlat anne...
Annelerin ne zaman büyüdüğünü anlat...
Susma anne!
Sakın ağlama...
Çiçeklerinle konuşurken söylediğin şarkıları anlat anne.
Şarkı söylerken kurduğun hayalleri,
Bir kelimeye yüklediğin anlamları anlat anne...
Hangi kelimenin sana ağır geldiğini,ağır gelenleri hangi kelimeyle anlattığını anlat anne...
Mesela bu gece baba de içinden anne!
Anne olduğunu unut evlat olarak aç gözlerini,
Çocukluğunu düşün anne...
Yürüdüğün yolları,
Eskittiklerini,taze tuttuklarını...
Yaşamak isteyipte yaşayamadıklarını anlat anne...
En güzel masalını anlat bu gece,bu gece bize seni anlat anne...
İki yüreğin arasına kimsenin giremeyeceğini,
Yolların sevmelere engel olamayacağını anlat anne...
Gözünü yumduğunda evladını insan yanına nasıl getirir anne?
Gönlünden geçen bağı göbek kordonunu kestiklerinde kesemediklerini anlat anne...
Suskunluğuna yüklediğin anlamları anlat....
Hayata en baştan başlasaydık söyleceklerini anlat anne...
Ama bana sorma nasılsın diye anne.
Bedenimin her bir parçası bir yerde,ben senin yanındayım anne...
Yine yüregim aciyor anne
Ölesim var yine bu gece
Bu gece bir ba$ka anne 
Kizma yine kayboldum diye ben kendimi ariyorum anne
Yoruldum yine düslerimi uyutamiyorum  
Ben kimdim?
Ben kimdim anne hatirlayamiyorum
Geceler neden bu kadar uzun sabahlar neden bu kadar uzak anne
Yine dolu göz pinarlarim kimseler anlamiyor beni anne
Yüregimde biriktirdigim hüzünler yavaş yavaş öldürüyor beni 
Kimseler görmüyor anne
Oysaki vedalari degil gülüşleri biriktiricektim ömrüme 
Kirilmis çok $ey var anne
Görmüyormusun anne yaralarim kabuk baglamiyor
Neyin bedelini ödüyorum ben anne?
Sen de sil göz yaşlarını bana yeni bir kader yaz bu gece...
Şimdi söyle anne...
Ne zaman eskiyor sevgiler anne?
Ödenen bedellerin acısı geçince mi?














e aşk hiç biter mi?










Başka Biri Olacaksın...!


Başka Biri Olacaksın!...
Tenine başka bir ten dokunduğunda,
Gövden buluştuğunda başka bir gövdeyle,
Başka bir nefesle karıştğında nefesin,
Başka biri olacaksın istemesen de...
Gece uykunda ya da gün ortasında,
İrkileceksin apansız bir duyguyla,
Bir uçurum kıyısında sendelemiş gibi,
Başka biri olacaksın istemesen de,
Bakışlarımın izini taşıyan giysilerin,
Tüketecek ömürlerini birer birer,
Değişecek yeri bir dolabın, pencerede bir çiçeğin,
Başka biri olacaksın istemesen de....
Dudaklarında benden sonraki bir çizgi,
Tanımadığım bir ton gülüşünde,
Ve artık beni unutmaya başlayan gözlerin....Sonrasonra başka birisin.. 
ATAOL BEHRAMOĞLU



İki şehri var gecenin,
Biri gözümde tütüyor,
Birinin dumanı üstünde;
Yağmur gibi çöken siste...
Bana bu uykusuz şehri niye bıraktın?
Göze alamadığım bir şehrin yerine,
Şimdi bütün şehirlerdesin...
Gece değil istediğim;
Hayli karanlık bir gecenin gözleriyle çarpışmak hevesindeyim...
Gözlerini anlıyorum.
Henüz bağışlayabileceği gözleriyle çarpışmadı kimsenin;
Gözlerimizi uzaklıklar değil ki;
Göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır,
Ve gözleri ancak gözler bağışlayabilir...
Öyle acıyor ki gözlerim kim bağışlayacak?
Sis değil, uykusuzluk değil, iki uzak şehir gibi,
Ayrılıktan kavuşmuyor gözlerim,
Biri hepimizle gözgöze gibi hala uykusuz,
Biri sis içinde kirpiklerine kadar açık...
Bu sessizliği kim bıraktıysa, göremiyorum;
Konuşkan gözlerinde tek sözcük bile,
Gözlerimiz birbirine değmiyor gecenin iki şehrinde....
Öyle emindim ki sen giderken,
ve şimdi yıllar binler olmuş...









Baharın yeni ısıtmaya çalıştığı bir pazar...Bunca kalabalığın arasında seni anımsatacak bir yüz bulmaya çalışmak,herkese yabancı bakmak...İstanbul da hiç tanımadığın birini beklemek"olamaz mı olabilir"....




10 Mart 2012 Cumartesi

geçip giden zamanların üstünde bir şarkı...

Yasak Ülke

Çocuktum ve çok hayal kurardım.En sevdiğim şeydi bu kimselerin olmadığı bir yerde olmayan şeyleri var etmek.Şehirler vardı hakkında hiç birşey bilmediğim  ve insanlar kaşını  gözünü istediğim şekle benzettiğim. Mutluluğun kelime anlamını bilmesem de bilmediğim şehirleri henüz tanımadığım insanlar ve ben mutluyduk o dünyada.
Eğer o gece hayal kurmayı becerememişsem ya da kurduğum hayali beğenmemişsem uyuyamazdım. Yani benim diğer güne başlamak için illaki bir hayalim olmalıydı eksik kalırdım, tutunamazdım başka türlü.
Aslında dinlediğim masalların izlerini taşımazdı hayallerim ya da okuduğum kitapların diyarlarına götürüp getirmezdi beni; mesela gökten üç elma düşmezdi ama düşseydi eğer birini mutlaka ben alırdım.Benim hayallerim başkaydı...
Aslında o zamanlar bir tek benim hayallerim yoktu,etrafımdaki herkesin ağzından duyardım o an onda olmayanı ama olursa ekibeti belli olanı.Mesela annanem hep bir küp altın bulmayı hayal ederdi öyle rastgele yürüyeceği bir yolda ben de ısrarla sağa sola bakınırdım. Hatice teyze torunun askerden gelmesini,Fatma teyze kocasının artık içmemesi,İsmet teyze evlenmeyi belki de...Yani kısacası ben hayalleri çok olan bir çocuklukta öğrendim hayal kurmayı.
Ama bazen 'keşke' derlerdi konuşurken çok hayal kurduğuna inanadığım insanlar. 'Keşke şu gençlik bende olsa...'Annanemin bir küp altın bulabileceğine inanırdım da geçip gittiği bir yolu keşke diye iç çekerek anlatan insanlar garip gelirdi bana.Anlamazdım onların hep böyle dünyaya geldiğini düşünürdüm. Ben çocuktum işte onlar ise anne,baba,teyze,amca...
Çok sonraları anladım ki,insanın yaşama dair olmasını istediği şeyler umutmuş; yaşayamayıp içinde solmaya bıraktıkları ise hayal.Umudu oldukça yıllara sırt verebilenler kaybettikleri umutlarını süsüleyip başka bir isimle kendi dünyalarına taşırlarmış. O dünya ki,gelmeyecek bir gideni getirir,ölümün yakışmadığını diriltirmiş. Kimsecikler olmazmış ademoğlunun gölge tarafında,kimseye duyurmazmış kendi dünyasına taşıdığı hayallerini.Kabullenmiş gibi görünülen bir yazgıya isyan ederlermiş sessizce ve ' bak ben daha iyisini yazdım derlermiş' kadere. Kaderin ona güldüğü günlerde ademoğlu daha şen kahkahalar atarmış o dünyada. Bazı hikayelerde mağlubiyetlere inat mutlu sonlar yazarmış,atarmış sevmediklerini yenisini alırmış yerine,kaşını gözünü beğenmedi mi onu da silermiş yeniden çiziverirmiş.Bazen öyle ağzından kaçırsada hayallerini yutkunuverirmiş geri çünkü o dünyanın tek kuralı ,dilsiz olmakmış.Ve konuşabildiği mutsuz dünyasından; lal olduğu mutlu dünyasına kaçarmış.Bazen de öylece durup ,niye daldın dediklerinde, 'hiç' dermiş, kendim yarattığım dünyama bir gittim geldim diyemezmiş.
İnsanoğlunun umutları büyükken hayalleri küçücükmüş ve onlar kaybettikleri umutlarına inat büyük tutumuşlar hayallerini. Ve hayaller insanları aldatır diyenlere inat duyuramadıkları kahkahalar atmışlar hep çünkü o ülkede konuşmak yasakmış...









12 ARALIK \ŞİŞLİ

Kaybolan Cennet

Ademoglunun koşulsuz cennet ayağına serildigi gün yazıldı bu kader aslında...cennetten kovulma pahasına dişini geçirdiği meyva ile başladı bu hikaye...herseyin varolduğu ve mutlu olduğu cennetinde ilk günaha girmekten alikoyamadi kendini...sonra kendine vaad edilen oysa bir yürek kıpırtısına değiştiği cennetin hayaliyle avundu,avuttu!!! İstese değiştirebileceği bir geçmişle muallakta olan bir gelecegin arasında sıkıştı kaldı hep..ayakları onde bası ardına bakarak...varolduğuna inanmaktan vazgeçmediği ama kendi isteğiyle kovulduğu cennetine yürüdü..ardına bakarak...oysa gitmek istediği yer geldigi yerden farklı olmadı hiç... Kurduğu hayal hep yaşanan bir gecmisin tadindandaydi...Bir yerlerde cennettinizden vazgecmisseniz eğer ya da Havva'nın gönlü kalmasın diye bir kez isirmissaniz yasak meyvayı kaçarı yok kendinizi mahkum etmissinizdir gecmise...her gece kovulduğunuz cennete dönmek için dua etseniz de nafile artik...başka cennetler de göreceğim umudu ısıtmayacak içinizi; gunünüz insanoğluna adanmisken geceniz ve düşleriniz cennetinize bahsedilecek cunku siz; size verilen koşulsuz bir cenneti kaybetmenin pismanligiyla kavurulmaktab geri duramayacaksınız... o cennetin hayaletine mahkum olacaksınız!!! Geride bıraktığımız sehirler, yillar, yollar ve hayatlar... Animsadikca gerilediğimiz... Hatırladikca içlendigimiz... Ama hatirlamaktan hiç vazgeçmediğimiz...vazgecemedigimiz...gecmis insanı esir almaz cogu zaman ; insan o gecmise esir olmayı tercih eder... Kaybettiğinin etrafında doner durur... Pervane böceği misali... Ama kopamaz...ille de günaha girmek ister ille de canı yansın ister... Cenneti tekrar kazansa da o meyvayı yine ısırır aynı yürek kipirtisiyla... Taaa Adem baba yaratıldığın da yazıldı bu son aslında insanoğluna...yitirdiğini bulma cabası... kaybettiği gecmisine varma telaşı...

Hayat

Kaderin, tabir-i caizse örümcek aği gibi örülmek zorunda olduğu zamanlar vardir. Herkesin elini ayağini cektigi, sadece izlemek yetindigi zamanlar. Tek bir senaryo vardir,insanoğlunun aklinin eremedigi diyarlarda yazilir;gözünün onunde sergilenir...
Aslinda Tanrinin ademogluna "en iyisini ben bilirim" dedigi zamanlardir bunlar. Kimilerinin taa yüreginde inleyen bu ses; kimine gökyüzü açilip kulagina egilse de nasiplendiremez gürültüsünden. Zavalli ademoğlu yasadiği kadariyla duyabilir bu çığlığı...
 Sonra sahne kurulur, roller dağitilir,replikler ezberlenir.Ötelerde yazılan bu yazgıyı bir oyun gibi seyredir insanve perde açılır...
 Eğer  tiyatroyu protokolden izliyorsanız,en arka sirada oturan beyin sizinle aynı şeyleri anlamasını beklemeyin. Arka sirada ki beyin yanindaki hanimefendinin neden uyuduğunu da anlayamazsınız. Balkondaki ergen ciftler isaret parmagi kadar gördüğü oyuncululara gülerlerse garip gelmesin size. Orta sirada oturan topluluk ilgilerini çektigi kadariyla orali olacaktir. Perdenin yaninda duran delikanlinin saatini yeni aldigini zannetmeyin ,oyuna dalip giderse yiyeceği fircayi tahmin bile edemezsiniz hatta alimallah işinden bile olabilir. Suflorun hafizasinin neden bu kadar ayrintili olduğunu anlatmayacagim bile, ekmek parasi hayatini devam için her oyunu kusursuz ezberlemek zorundadir. Kostumcu, isikci,dekorcu çok gururlanip sizden çok alkişlarsa bakmayin şaşkin şaşkin ; alin teridir oyuncudan sonra alkişlanan. Üç beş gicirdayan tahta parçasina, boş bir duvara ve görkemden bir haber kiyafetlere hele bir de güneşin ayri ayri renkleri vurmayan bomboş bir sahneye kimse ragğbet etmezdi çünkü. Ya oyuncular, o an onlarin hissettigi mutlulugu,aciyi,telaşi,korkuyu,heyecani,gururu yorumlamak ise beyhude bir cabadir. Çünkü 'ateş düştüğü yeri yakar ' sözü tam buraya olur işte. Kahkaha ilk ağizdan duyulurken,mutlulugun rengini tam karsisindaki gorur ve goz yasi hangi gozden dokulmusse ilk o yuzun seklini alir. Acilar,sevincler ise ancak yasanilabildigi kadar anlatir. Ve o şa şa icinde insan,insana,insanca hatirlatilir. Simdi bastan dusunun insanlari yargilamadan, en onde protokolteki beyi, arka siradaki uyuyan hanimefendiyi,balkondan makaraya alan bizim genc ergenleri ve orta siradaki isguzar toplulugu... ve hissettikleri kadarini aldiklarini bilin bu oyundan. oyuncularindan kusurlarini da aramayin cokca bildikleri kadarini verdiler bu oyunda. Ha bir de müellif var bildiginiz adiyla oyun yazari o da yukarida bir yerlerde bakiyor muhtesem nizamina ve yeni oyunlar icin yeni oyuncular seciyor aramizdan. Kisacasi hayatta iki goz,bes duyu yoktur. Hayat, cok bakislidir her zaman. Ademoglu ise rolleri degistikce ogrenebilir ancak bunu. Ta bi degismeyen seylerde vardir perde kapaninca; siz onu gormesenizde o sizi izlemekten hic vazgecmeyecek olan bir mūellif ve kimbilir hangi rollerle kimleri agirlayacagini bilmeden duran bir sahne...